6 Nisan 2020 Pazartesi

İNSANIN EN MÜTHİŞ ON YILI

90’larda genç kızlığa ilk adımlarımı attım ben. 11 ile 21 yaşlarım arasında, insan hayatının en hızlı büyüdüğü, hem çocuk hem ergen olduğu, hem de yetişkinlikle tanıştığı o müthiş 10 yıl.


Çok mutlu bir çocukluk yaşadım. Bunun birkaç sebebi var. İçten yanmalı bir heyecana sahip ruhum, olumsuz durumlarda bile beni suyun yüzeyinde yüzdürürdü. Tek çocuk olarak, bir başına iyi vakit geçirmek konusunda aşırı yaratıcıydım. En önemlisi, evlerimizin salonlarındaki kristal şekerlikler kadar zarif, güzel annem ve babamın beni hayatla buluşturma şekilleri, beni hep çok güzel bir pencereden baktırmıştır.

90’lar demek, iflah olmaz mutlu olma coşkum, okuldan eve geldiğimde yalnız olduğum o bir iki saat dinlediğim müzik, yarattığım küçük koreografiler ve limonlu kekti. Okul formamı bile çıkarmadan müzik setinin başına geçerdim. Özel radyoların hayatımıza yeni girdiği dönemde, eski, dinlemediğim kasetlerin üstüne, radyodan sevdiğim şarkıları kaydederdim. Şimdikiler bilmez, o ne büyük heyecandır. Sevdiğin, tınısına hayran olduğun bir şarkıyı dinlemek için radyo başında oturur beklersin. Bu arada bilenler bilir; kaset üzerine kayıt yapmanız için dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Kasetin, ince üst kısmında simetrik olarak duran iki kare şeklinde boşluk, üzerine kayıt yapmanızı engeller. Çözümü ise üzerlerine birer bant yapıştırmaktan geçer. Sonrası “you’re good to go”. Uykudan önce son; sabah uyandığımda ilk duyduğum şey radyonun sesiydi. İtiraf ediyorum, çoğu geceler radyoyu kapatmayı unuturdum. Sabaha kadar çalardı. O dönemin tüm şarkılarının gizliden bilinç altıma işlediğine inanırım. Şaka değil; çok ciddiyim...

Gelgelelim CD’ler çıktı. O döneme kadar en büyük müzik dükkanı aktivitem, gidip sevdiğim şarkılardan kasetler doldurtmaktı. Doldur babam doldur. Bir dönem iyi para kazandı “kasetçiler” bu işten. Özel radyoların bize fark ettirdiği tekli, yani “single” dünyası, edinme dürtüsünü beraberinde getirmeye başladı. Bazı radyo kanalları Londra’dan yayın yapıyordu. Müziğin kalbinden seslenip, yeni çıkan 45’liklerin B yüzündeki parçalardan bahsediyorlar; müzisyenin listelerdeki son başarılarından haberler veriyorlardı. Liste programları vardı. “Acaba bu hafta UK Top 40’de kim bir numaraya oturmuştu?“

Aynı dönemlere denk gelir; kablolu yayınla da o zaman tanıştım. Düşünsenize, o zamana kadar elimizde sadece TRT’deki Pop Saati var. Bir de sonrasında Meltem Cumbul ve Okan Karacan’ın sunduğu 1 Numara programı... Yeni müzikle pek sık buluşamazdık. Ah MTV! Sen nelere kadirdin. Bugünün YouTube’u gibi arlanmaz bir etkisi vardı müziksever üzerinde. Tabii sana ne verirlerse onu izleyip dinlediğin bir dünya o zaman bizimkisi. Yine de verilenden memnun, doyasıya klip izliyor; yeni çıkan sanatçıları keşfediyordum. Tabii daha sonrası, yabancı müzik dergileri almaya da başladım. Bana verilen harçlıkla Blue Jean’den İngiltere’nin gençlik dergilerine geçiş yapıyor ve daha sonra NME gibi müzik dergilerine dadanmaya başlıyorum.

Kadıköy Süreyya Sineması’nın karşı sokağında küçük bir müzik market vardı. İsmi şimdi aklımda yok. Ne yazık. Düzenli olarak oraya gider, her hafta çıkan yeni single’lardan istediklerimizi sipariş ederdik. Evet, her hafta Londra’ya gidip yeni CD’leri getirirler ya da getirtirlerdi. Babam, işi gereği çok seyahat ederdi o zamanlar. Her gidişinde istediğim birkaç CD mutlaka olurdu. O dönemler klasik piyano eğitimi alan bir müzisyen adayı ve yarım kalmış bir modern dans macerası olan, dansa aşık bir gencim. Ama bütün derdim tasam, “müzik dünyasında yeni neler vardı; neler oluyordu...”

MTV bir yana BBC bir yanaydı. “Top of the Pops” vardı, mesela. Her hafta yayınlanan, sanatçıların canlı performans sergiledikleri, İngiltere listelerinin duyurulduğu bence aşırı heyecan dolu ve keyifli program. Yıllar var artık hayatımızda değil. Dijital hayata geçtiğimiz bu acımasız değişimle tarihin raflarına kalktı o da. Sonra Jules Holland’ın efsanevi canlı müzik programını keşfettik. Off yeni gruplar, efsanelerle aynı çember içinde birlikte çalıp söylüyordu. Müzikle çok coşkulu bir ilişkim oldu hep. Bu TV programı coşkumu çok üst seviyelere çıkarabilen nadir içeriklerdendi.

“Şimdi, o günleri neden anlatıyorsun Ayşegül?” diyebilirsiniz. İçinde bulunduğumuz şu günlerde, kendimizi, benliğimizi tekrar bulmaya çalışıyoruz. Evlerimizde, kendimizle ya da belki en yakınlarımızla sadeleşmeye gayret ediyoruz. İç sesimizle daha çok başbaşayız ve belki çocukluğumuzu daha çok hatırlıyoruz. Neden mi? Çünkü o orda içeride bir yerde. 90’ların masum yanımızı hatırlamak için son şansımız olduğunu düşündüm ve bu yazıyı yazmaya başladım. 90’ların ortasından itibaren hayat bana da farklı yönlerini göstermeye başladı ve iyi diyemeyeceğimiz anılarım da var. Fakat o zamanki Ayşegül’ün yaşam coşkusunu yakaladım bugünlerde; daha masum, daha umutlu, müziği ruhuyla dinleyen, şaşıran, heyecanlanan, merak eden, özgürce hareket eden ve en önemlisi cesur... Ve şunu düşündüm. 40 yaşın hayat tecrübesiyle 16 yaşındaki Ayşegül buluşmalı. Hayattan çok keyif almaz mıydım?

Bu soruyu size de soruyorum. Herkesin hikayesi farklı biliyorum ama yine de bu soruyu sormaya değeceğini düşünüyorum. Belki de yüzeye çıkarmanızı bekleyen çocukluğunuz orada duruyordur. Yazık, durmasın. Yaşasın. Yaşayın. Yaşayalım...

Anlatalım. Anlatmaktan çekinmeyelim. Doya doya anlatalım. Ben bugün size anlattım...