Çok mutlu bir çocukluk yaşadım. Bunun birkaç sebebi var. İçten
yanmalı bir heyecana sahip ruhum, olumsuz durumlarda bile beni suyun yüzeyinde
yüzdürürdü. Tek çocuk olarak, bir başına iyi vakit geçirmek konusunda aşırı
yaratıcıydım. En önemlisi, evlerimizin salonlarındaki kristal şekerlikler kadar
zarif, güzel annem ve babamın beni hayatla buluşturma şekilleri, beni hep çok
güzel bir pencereden baktırmıştır.
90’lar demek, iflah olmaz mutlu olma coşkum, okuldan eve
geldiğimde yalnız olduğum o bir iki saat dinlediğim müzik, yarattığım küçük
koreografiler ve limonlu kekti. Okul formamı bile çıkarmadan müzik setinin
başına geçerdim. Özel radyoların hayatımıza yeni girdiği dönemde, eski,
dinlemediğim kasetlerin üstüne, radyodan sevdiğim şarkıları kaydederdim. Şimdikiler
bilmez, o ne büyük heyecandır. Sevdiğin, tınısına hayran olduğun bir şarkıyı
dinlemek için radyo başında oturur beklersin. Bu arada bilenler bilir; kaset
üzerine kayıt yapmanız için dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Kasetin,
ince üst kısmında simetrik olarak duran iki kare şeklinde boşluk, üzerine kayıt
yapmanızı engeller. Çözümü ise üzerlerine birer bant yapıştırmaktan geçer. Sonrası
“you’re good to go”. Uykudan önce son; sabah uyandığımda ilk duyduğum
şey radyonun sesiydi. İtiraf ediyorum, çoğu geceler radyoyu kapatmayı
unuturdum. Sabaha kadar çalardı. O dönemin tüm şarkılarının gizliden bilinç
altıma işlediğine inanırım. Şaka değil; çok ciddiyim...
Gelgelelim CD’ler çıktı. O döneme kadar en büyük müzik dükkanı
aktivitem, gidip sevdiğim şarkılardan kasetler doldurtmaktı. Doldur babam
doldur. Bir dönem iyi para kazandı “kasetçiler” bu işten. Özel radyoların bize
fark ettirdiği tekli, yani “single” dünyası, edinme dürtüsünü
beraberinde getirmeye başladı. Bazı radyo kanalları Londra’dan yayın yapıyordu.
Müziğin kalbinden seslenip, yeni çıkan 45’liklerin B yüzündeki parçalardan
bahsediyorlar; müzisyenin listelerdeki son başarılarından haberler veriyorlardı.
Liste programları vardı. “Acaba bu hafta UK Top 40’de kim bir numaraya
oturmuştu?“
Aynı dönemlere denk gelir; kablolu yayınla da o zaman tanıştım.
Düşünsenize, o zamana kadar elimizde sadece TRT’deki Pop Saati var. Bir de
sonrasında Meltem Cumbul ve Okan Karacan’ın sunduğu 1 Numara programı... Yeni
müzikle pek sık buluşamazdık. Ah MTV! Sen nelere kadirdin. Bugünün YouTube’u
gibi arlanmaz bir etkisi vardı müziksever üzerinde. Tabii sana ne verirlerse
onu izleyip dinlediğin bir dünya o zaman bizimkisi. Yine de verilenden memnun,
doyasıya klip izliyor; yeni çıkan sanatçıları keşfediyordum. Tabii daha
sonrası, yabancı müzik dergileri almaya da başladım. Bana verilen harçlıkla
Blue Jean’den İngiltere’nin gençlik dergilerine geçiş yapıyor ve daha sonra NME
gibi müzik dergilerine dadanmaya başlıyorum.
Kadıköy Süreyya Sineması’nın karşı sokağında küçük bir müzik
market vardı. İsmi şimdi aklımda yok. Ne yazık. Düzenli olarak oraya gider, her
hafta çıkan yeni single’lardan istediklerimizi sipariş ederdik. Evet, her hafta
Londra’ya gidip yeni CD’leri getirirler ya da getirtirlerdi. Babam, işi gereği
çok seyahat ederdi o zamanlar. Her gidişinde istediğim birkaç CD mutlaka olurdu.
O dönemler klasik piyano eğitimi alan bir müzisyen adayı ve yarım kalmış bir
modern dans macerası olan, dansa aşık bir gencim. Ama bütün derdim tasam,
“müzik dünyasında yeni neler vardı; neler oluyordu...”
MTV bir yana BBC bir yanaydı. “Top of the Pops” vardı,
mesela. Her hafta yayınlanan, sanatçıların canlı performans sergiledikleri, İngiltere
listelerinin duyurulduğu bence aşırı heyecan dolu ve keyifli program. Yıllar
var artık hayatımızda değil. Dijital hayata geçtiğimiz bu acımasız değişimle
tarihin raflarına kalktı o da. Sonra Jules Holland’ın efsanevi canlı müzik
programını keşfettik. Off yeni gruplar, efsanelerle aynı çember içinde birlikte
çalıp söylüyordu. Müzikle çok coşkulu bir ilişkim oldu hep. Bu TV programı
coşkumu çok üst seviyelere çıkarabilen nadir içeriklerdendi.
“Şimdi, o günleri neden anlatıyorsun Ayşegül?” diyebilirsiniz.
İçinde bulunduğumuz şu günlerde, kendimizi, benliğimizi tekrar bulmaya
çalışıyoruz. Evlerimizde, kendimizle ya da belki en yakınlarımızla sadeleşmeye
gayret ediyoruz. İç sesimizle daha çok başbaşayız ve belki çocukluğumuzu daha
çok hatırlıyoruz. Neden mi? Çünkü o orda içeride bir yerde. 90’ların masum
yanımızı hatırlamak için son şansımız olduğunu düşündüm ve bu yazıyı yazmaya
başladım. 90’ların ortasından itibaren hayat bana da farklı yönlerini
göstermeye başladı ve iyi diyemeyeceğimiz anılarım da var. Fakat o zamanki
Ayşegül’ün yaşam coşkusunu yakaladım bugünlerde; daha masum, daha umutlu,
müziği ruhuyla dinleyen, şaşıran, heyecanlanan, merak eden, özgürce hareket
eden ve en önemlisi cesur... Ve şunu düşündüm. 40 yaşın hayat tecrübesiyle 16
yaşındaki Ayşegül buluşmalı. Hayattan çok keyif almaz mıydım?
Bu soruyu size de soruyorum. Herkesin hikayesi farklı biliyorum
ama yine de bu soruyu sormaya değeceğini düşünüyorum. Belki de yüzeye
çıkarmanızı bekleyen çocukluğunuz orada duruyordur. Yazık, durmasın. Yaşasın. Yaşayın.
Yaşayalım...
Anlatalım. Anlatmaktan çekinmeyelim. Doya doya anlatalım. Ben
bugün size anlattım...